.................
.................
.................
.................
Interview: Wolfgang Joop – Special: Fashion in Germany 3/7
16 February, 2010

Wolfgang Joop Almanya’nın en tanınmış moda tasarımcılarından. 1980/90’lı yıllarda büyük başarılar kazanmış olan şirketi “Joop!”tan ayrıldı. Buna karşılık 2003’te Potsdam’da başlattığı butik tasarım markası “Wunderkind”le tekrar güçlü biçimde tekrar sahneye çıktı.

Joachim Schirrmacher: Sayın Joop, 2003’te Potsdam’da yarattığınız Wunderkind projesi size ne ifade ediyor?

Wolfgang Joop: Wunderkind benim hayallerimin gerçekleşmesi. Ben başka markalardan net çizgilerle ayrılan avantgart karakterde lüks bir marka yaratmak istiyordum. Wunderkind’teki amacımız trend yaratmak değil, belli bir devamlılığı olabilecek şaşırıcı şeylere imza atmak. Alışılmış olanı biraz iğnelemek, toplumun içinde bulunduğu durumu modaya yansıtmak ve özlemlere seslenmek istiyoruz.

Bir iğneleme aracı olarak moda mı diyorsunuz?

Evet, yoksa insanların bizim ürünlerimize niye ihtiyaç duysun ki. Alman giyim sanayisinde hep vasat hedeflene geldi, bildik beklentileri karşılayan ürünlere yönelindi. Joop!, Boss veya Escada farketmez. Ama şimdi o dönem geçti. Moda ve sanat artık birlik içinde. Biz kimlik arayışındayız ve alışagelmiş olanı iğnelemek istiyoruz. Twitter, Facebook veya Youtube gibi iletişim araçları bugün bu duygulara çok daha duyarlı bir alan oluşturuyor ve insanların kendine bakışını da yansıtıyor. Galericiler, sanattan anlayanlar, sanat tarihçileri ve moda eleştirmenleri, uzmanlık penceresinden bir değerlendirmeyi temsil ediyorlar, ama hissedilen gerçekliği bugün insanlar artık kendileri dile getiriyor.

“İnsanlar artık sadece kendi tercihleriyle bir araya getirdikleri şeylere mi inanıyor” diyorsunuz…

Çoğu insan bu tarafını kendisi bile pek fark etmiyor. Burada artık bir ürün hakkında salt dışarıdan yapılan nitelemeler yok. Wunderkind markasıyla benim göze aldığım şey, sabahları bir bilim adamı gibi yataktan fırlamamı, baş ağrısıymış, başka her türlü sıkıntıymış, tüm halleri geride bırakmamı sağlıyor. Benim burada bilmek istediğim şey, imkansız olanın yapılabilirliğiydi, bizim burada giysi üzerinden insanlara gerçekten de yaşam anlayışı yansıtıp yansıtamayacağımızdı. Bunu gerçekten başarabildim. “Style.com” bir yıl önce benim için “Paris’ resident eccentric” sıfatını uygun görmüştü“.

Sizin koleksiyonunuz, içinde çok fazla bilgi barındırıyor: Kendi çıkardığınız tasarımların yanısıra çok erken dönemlerinizde, kadınların gerçekten önem verdiği “Neue Mode” dergisindeki okurlarınızla söyleşilerinizden de bilgiler ediniyordunuz. Paris’te çizerliğiniz döneminde her sezon 13.000 eskiz içeren yüzlerce koleksiyonu içselleştirdiniz ve daha sonra haber dergisi “Spiegel”de yazar olarak bunları mercek altına aldınız.

Her zaman söylüyorum: Bizim dile döktüğümüz şey bir öz. Sözgelimi bu yaz için “hurt and heel”i (kırılmış ve yaralanmış) ortaya atmamız gibi. İnsan modada her zaman genç, enerjik oluyor, sorunsuz oluyor. Sonra birden kırılmalar, yaralanmalar geliyor, acının deneyimini tadıyorsunuz. Mutluluğu, ancak acıyı gerçekten hisseden bilir. Yaşadığınız acı geçtiğinde de Tanrının şanslı kulu olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bunlar benim için toplumsal açıdan önemli konular, özellikle de bu ekonomik, kültürel ve kişisel ortamda.

Korku, kendini yaralanmış hissetme ve acı – bu konular sizin 2009 yılında yayınlanan kitabınız “Wunderkind”in de rotasını çiziyor.

İçimde hissettiğim vizyonu dile dökmek genellikle mümkün olmuyor: Mecbur olduğun için suya atlıyorsun, ama karanlık gölde karşı kıyıdan çıkıp çıkamayacağını çok da bilmiyorsun.

Bir modacı olarak hazır lüks giyimle özel tasarım arasında kalan çok küçük nişte faaliyet gösterdiğiniz ve gelir kaynağı olarak bir alternatifiniz olmadığı için mi söylüyorsunuz bunu?

Benim ilgimi hep sınırları ötesine geçmek çekmiştir. Ben her şeyi düzgün yapmaya odaklanmış bir kuşaktan değilim. Beni kendi gideceğim yol, özgürlüklerin denenmesi ilgilendiriyor. Bu nedenle de benim yaptığım şey özgürlüğü yansıtıyor. İnsanlar istedikleri gibi olmak için Wunderkind’e para veriyorlar. Yoksa belli bir yerlere varmak istedikleri için değil.

Sizin Wunderkind’le başardığınız şeyi görenler kimler?

Ben anlaşılmamaktan, takdir edilmemekten şikayet edemem bugün, Wunderkind özel tasarım teknikleri kullanan bir hazır giyim modası olarak algılanıyor. Üzerinde Wunderkind taşıyanlar, bu üstün terzilik sanatını ve el işçiliğinin inanılmaz inceliğini hissediyor. Daha önceleri “Joop!”takinden farklı bir durum. O zaman verdiğiniz imaj, sanki gösteri sonrası partiden kazan gibi kafayla kalkılmış, çalışmaya fırsat olmamış gibiydi.

Toplumsal bir ihtiyaç olarak modanın ciddiye alınmasından söz ediyorduk, şimdi medyanın pırıltı peşinde koşmasına geçtik. Siz bu beklentiye ne kadar uydunuz? Medyanın sizi “Almanların Yves Saint Laurent”i ilan etmesi rastlantı değildi. Aynı zamanda siz “Joop!” müşterilerinin temsilcisi olarak onların pek cesaret edemeyeceği bir yaşam tarzı sürdünüz.

Ben bu beklentiye fazlasıyla uydum. Sıradan vatandaş, karnı doyduktan sonra pasta üzerindeki krema gibi fuzuli bir lüksü de tatmak istiyor ve normal yaşamında yeri olmayan bir alana girmeyi birazcık da olsa göze alıyor.

Bir keresinde de, korkan kişi çoğu kez uçukluklara sığınır demiştiniz.

A tabii, mesela Karl Lagerfeld’e bakın.

Ya da Wolfgang Joop’a.

Ben tedirgin ve korkak bir gençtim, zamanla korkumla baş etmeyi öğrenen biri oldum. Her sezon yeniden yaşadığım bir süreç bu.

Korkunuzla baş etmenizde sizin işinizi kolaylaştıran şey nedir?

Bir yıl önce Lehman Brothers’ın iflas noktasına gelmesiyle başlayan mali kriz bana bir şeyi gösterdi: çağımız artık değişiyordu. Benim bir karar vermem gerekiyordu: hayatın tadını mı çıkaracaktım, çocuğumu mu düşünecektim. Adı Wunderkind olan çocuktan yana verdim kararımı. Aynı şekilde, arta kalmış gençlik hallerinden de uzaklaştım. Güvenli güzergahtan ayrıldım, çünkü mutluluğun orada olmadığını biliyorum. Bu da bana inanılmaz bir hareket gücü verdi. Bu bakımdan ben tanıdığım çoğu Alman’dan farklıyım.

Kitabınız “Wunderkind” de adeta bir kurtuluş öyküsü gibi.

Evet, benim eski karım benden bir kez daha boşandı. Kitabın içeriğinden hoşnut kalmamıştı.

Kitabınızı okurken bir şey dikkatimi çekti, sizin yaşamınız, Almanların modayla ilişkilerinde izlediği güzergahı iyi yansıtıyor: Yurt dışında kimlik arayışı, Almanlıktan kaçıp kurtulma, lifestyle tutkusuyla başlayan bir uyanış. Birkaç yıldan beri Almanya’da moda kendi yolunu buluyor, sizin de 2003 yılında Wunderkind’le yeniden sıfırdan başlamanız gibi.

Moda harekettir, hareket gücüdür, yaşam tarzımızın kendisidir. Ben harekete geçirici enerji için moda yapıyorum. Buna karşılık Alman giyim sanayisi hep kusursuzluğu hedeflemiştir: Tam zamanında mal teslimi, bedene uyan giysi, pazarlama ve kara odaklanma, ama estetiğe dikkat etmeme.

Siz ve karınız davetlerin gözdesi çift oldunuz hep. Karl Lagerfeld sizi Paris’te daha tamamlanmamış sarayına davet etti. Yves Saint Laurent, yetmişli yılların imajına çok uyduğunuz için sizi sokaktan şov dünyasına çekti. Demek ki Almanların tarzı ve modaya yaklaşımı hiç de fena durumda değilmiş. Bugün Almanlar uluslararası önemdeki moda evlerinin nerdeyse tümünün çalışanları arasında, birçoğu da yönetici pozisyonda. Yine de Alman damarı görmezden geliniyor.

Bir şeyi unutmamak gerek: Almanya’da Nasyonal Sosyalizm’den önce işleyen bir moda sektörü vardı. Sonra her şey tahrip edildi, yetenekler ve yaratıcılar kaçırıldı – çok sayıda Musevi de giyim sektörünün parçasıydı. Modanın Almanya’ya geri dönmesi uzun zaman aldı. Ama tabii ki biz Almanlar mükemmel moda yaratabiliriz. İşte Lagerfeld örneği!

Alman giyim sanayisiyle ilgili olarak, “Kendi tasarımından kuşku duyuluyor. Tasarımcı hala güçsüz. İktidar pazarlama ve üretim birimlerinde” demiştiniz. Niçin?

Şirket yöneticileri moda tasarımcısına karşı güvensizlik içindeler. Biliyorsunuz ben birçok firmaya girdim çıktım. Mesela Hugo’da, Hugo’nun patronu Bruno Pieters veya Joop!’ta Dirk Schönberger, bu kişiler hiç gücü ellerinde bulundurmadılar ve sonra da kapı önüne kondular. Daha başlamadan sınırlar gösterilir. Önce kalite kontrol gelir sonra satış departmanı. Eğer tasarımdan geriye hala bir şeyler kalmışsa bir de teknisyen işe karışır. Sürekli bir darbe alma süreci! Geriye tek bir yol kalıyor, benim de seçtiğim gibi: otur ve kendi başına başla. Başka türlü olmuyor!

Birçok Berlinli tasarımcının da yaptığı gibi.

Berlin’in kent dergisi “Zitty”nin moda kitabını karıştırırken “vay canına” diye düşünmüştüm, gerçekten Almanya’da ne çok harika tasarımcı var! Ama bazı Alman dergilerine baktığınızda ne görüyorsunuz? Moda dergilerinin ön sayfalarında reklam vermiş olanlar arkadaki yazılarda da yer buluyor.

Büyük reklam bütçeleri İtalyan, Fransız ve Amerikan markalardan geliyor. Alman modasının pek algılanma olanağı bulmamasının bir nedeni de bu mu dersiniz?

Yine de bir dergi, önemli olanı yansıtmalı. Örneğin “Vogue” dergisi hep bu misyonu üstelenmişti! Savaştan sonra büyük bütçeler de söz konusu olmadı, ama dergiler, basılı medya perspektif, vizyon sunabildiler, kurtarıcı olabildiler! Örneğin Doğu Almanya’da “Sybille” gibi bir dergi vardı. Almanya kendi kimliğine biraz ihanet ediyor.

Gelecek beş yıl için sizin kişisel istekleriniz ve hedefleriniz neler?

Beynim küçülmüş değil, zihnim had safhada çalışıyor, fiziğim de değişmedi. Yine de hayatın gerginliğini hissediyorum: Sanatçı olarak, girişimci olarak, büyükbaba ve sevgili olarak (gülüyor). Ama benim hedefim her halukarda esas olanla sınırlanmak, bu da Wunderkind. Bir de büyük keyif aldığım bir şeyi keşfettim, gündelik yaşamın içine giren ve onu değiştiren başka bir ürün üzerinde çalışmak.

İflasın eşiğindeki Alman iç giyim firması Schiesser işine girmeyi mi kastediyorsunuz?

Evet, aynen.

İfadelerinize bakılırsa Schiesser’de sadece iç giyimi değil gömlek, kazak ve iyi bir chino gibi piyasanın çok giden ürünlerini de segmentler arasında mı görüyorsunuz?

Bunu yapmayı çok isterim. Eksantrik düzlemlerde sürekli düşünüyor olmak zorlayıcı bir şey. Bir somun ekmekle bir bardak suyu her zaman yiyip içebilirisiniz.

Category: Turkish - - Comments(0)
.................

No comments.

Sorry, the comment form is closed at this time.

Doppelpunkt